Bir aynayla yüzleşmeliydi bu gün.
Kendi suretiyle yada aynada görebileceği her neyse onunla. Balık gibi kayıyordu insan
kalabalığında. Bir çift gözdü onu bekleyen bu okyanusun tam ortasında. Şimdi
adımları iyice sıklaşmış. Ter damlalarıyla ıslanan yüzü kıpkırmızı olmuştu.
Her adımda kendi imparatorluğuna daha çok yaklaşıyor, kalbi daha hızlı
çarpıyordu. Bir aynadan niye bu kadar korkardı insan. Bir suretten.Yavaş yavaş
terkedilmiş binanın çatısı göründü. Artık hızlı adımlar koşmayı
andırıyordu. Çürümüş tahta kapının önüne geldiğinde birdenbire durdu. Yine o
tanıdık kokuyu duydu. Bu koku ona dünyanın merkezine açılan bir mağaraya girdiğini
düşündürürdü hep. İşte yine o garip kıpırdanmalar. Korkunun patlayıp merakla
birleştiği o garip duygu.
Paltosunun ceplerini
karıştırıp sonunda küçük, paslı anahtarı çıkardı. Kapı zorluk çıkarmadan
sonuna dek açıldı. Alt kat örümcek ağları ve tozla örülmüş bir kozayı
andırıyordu. Bir kaç eski eşya göze çarpıyordu; çalışma masası, koltuk,
daktilo, gaz lambası ve eski bir resim. Gıcırtılar çıkaran tahta merdivenlerden
yukarı çıktı. Bu odanın da aşağıdan pek farkı yoktu. Tek fark duvarın yanındaki
abanoz sandıktı.
Sandığın yanında
diz çöktü, üstündeki tozları temizledi ve boynunda ki anahtar kolyeyi çıkartıp
deliğe soktu. Sandığın içi bordo renkli kadife kaplıydı. Ayna soluk renkli
kumaşın içinde, dipteydi.
Kumaşı büyük bir
titizlikle açtı ve içinden tahta çerçeveli aynayı çıkardı.
Aynayı, suretini,
korkularını, umutlarını, gözlerini duvarda ki çiviye asıp karşısına oturdu.
Artık kaçacak yeri kalmamıştı. Ne gürültülü kalabalıklar. Ne yaşamla ölüm
arasında gidip gelen yolculuklar, ne aşk, ne şarap, ne uyku... Hiç biri
söndürmüyordu içinde yanıp duran kızıl ateşi. Hesaplaşma zamanı gelmiş, içinde
ki ateş tenine yayılmaya başlamıştı.
Surete baktı; bu
iğrenç yüz, bu gözler, hep yanlış kelimelerin barındığı bu ağız, eski evdeki
sandıkta kilitli dururken bile bir gölge gibi yaşamını karartan bu ayna...
Ayağa kalkıp odanın
içinde hızlı hızlı yürümeye başladı... İniltili sesler çıkararak yüzünü
tırmalıyor, tuzağa düşmüş hayvanlar gibi çırpınıyordu. Sonra aniden durup
aynaya tekrar baktı.
“Yine gülüyorsun
bana, nefret ettiğimi bildiğin halde gülüyorsun. Bizim ne olduğumuz hakkında fikrin
yok değil mi? Tıpkı bu ev gibi biz de eskidik.”
Tekrar odada dolaşmaya
başladı. Şimdi öfkesi garip bir ağlama nöbetine dönüşüyordu. Sürekli bir
şeyler sayıklıyor, titreyen vücudunu kontrol etmeye çalışıyordu.
“Ne sen varolabildin,
ne ben. İkimizde gölgelerde hapsolduk. Silik, esrik bir hayalet gibi yaşıyoruz. Güzel
giysilerle dans pistinde dolaşan bir ceset gibi.”
Gözyaşlarını silip
burnunu çekti. Artık koşturmaktan yorulmuş vücudunu odanın köşesine bıraktı.
Kirli pencereden içeri gündüzün son ışıkları giriyordu. Hava birazdan
kararacaktı. Ayağa kalkıp tekrar aynanın karşısına geçti, çividen çıkarıp
eline aldı. Gözleri kıpkırmızı olmuş, altları torbalanmıştı. Aniden gözleri
parladı, yüzü aydınlandı. Aynayı tüm gücüyle yere vurmaya başladı. Dağılan
parçalar ellerini, yüzünü kesiyor, tenine saplanıyordu.
O gitmiş ve şimdi her
şey daha silik görünmeye başlamıştı. Yerde paramparça olan yaşamına baktı,
kırıklar arasında gözlerini aradı, bulamadı. İçinde ki ateş sönmüş, koskoca
bir gezegeni de beraberinde götürmüştü. Ellerinden akan kan damlalarını seyretti.
Sonra gözü sandığa ilişti. Başkalarından saklamamıştı o aynayı, yıllarca
kendisinden saklamıştı. Bu gün suretiyle barışmaya gelmişti, kendisini
kabullenmeye...
Yerden kırıkları topladı,
sandığa doldurdu. Alt kata inip gaz lambasını yaktı, duvarda ki eski resmi alıp
sokakta ki kalabalığa karıştı...
BAŞAK |
|