Gidiyorsun
işte,gidiyorsun sonsuz bir bekleyiş gözlerinde...yine yanıldın....oysa
her şey çok açık anlaşılır. Bu dünyada yerin yok
senin...her şey,annenin ortaokula yeni başladığında,kasabanın
tek tuhafiyecisinden alınan ‘seneye de giyer’ ceketinin sol
iç cebine koyduğu beyaz mendilin gardropun
dibinde hala taşınması kadar anlamlı ve açık...
Bu
sızıyı hak etmiş miydim?
Doğrusu,yeni
anladım hiç
Kimsenin bir başkasının
Tarihini
yazmayacağını...
Çok
erkenci bir sabaha uyanmıştım.
Tek
başınaydım.
Zamansız,karanfiller
taşıdım.
Kim
duyar,
Kim
duyar ıslığımı?
Hala
anlamadın mı?niye ısrar ediyorsun?...fotoğraflar görüntülerin
kimyasal bir biçimde ıslatılmasıyla karta geçirilir ve
kuruduktan sonra kenarları makasla düzeltilerek küçük beyaz
zarflara konur ve bu yüzden üzerinden günler geçtikçe sararırlar...onları
senin nasıl taşıdığın önemli değil...onlar sararırlar...
Bu
sızıyı hak etmiş miydim?
Tamam
yüreğim işgal edildi,soluk bir kentliyim
Artık
.tüm kabukları açtım. bir inci bile çıkmadı.
Yoruldum...
ölü düşler mevsiminde kim dinler .kim
Dinler
gözlerimi?...
Çok
tuhafsın,mektuplar yazıldıktan sonra mutlaka unutulurlar.
Çünkü
niye yaşadığımızı anlamadığımız bir dünyada yaşıyoruz
ve galiba sonsuzluğun sınırı diye bir şey yok.
bu yüzden bütün mektuplar,eninde sonunda eski bir
ayakkabı kutusunun içine sığarlar...eski
bir ayakkabı kutusunun içine...o kadar...
Bu
sızıyı hak etmiş miydim?
Haklısın
,buraya ben yürüdüm,kimsenin suçu yok...
Adımlarımdan
da belli,iflah olmam, çok beterim...
Ama
koynumda zümrüd-ü anka,kim görür,kim görür,kanadını?..
Ben
biliyorum,sen hala gece yarıları kan-ter içinde uyandığında
sebebini bitmemiş telefonlarda,yarım kalmış konuşmalarda ve
hala açıklıyamadığın
iç sızılarında arıyorsun...hiç öyle değil,çok
basit,o akşam her zamanki gibi bir istanbul temmuzudur ve hava
çok sıcaktır,sen yine ağlayarak uyuya kalmışsındır divanın
üzerinde...
Bu
sızıyı hak etmiş miydim?...biliyorum gökyüzünü
Fark etmem çok geç oldu. Hep kendimi ezberledim
onca
Mısra
içinde...zaten hükmünü de kendim verdim.
Kimsenin
kalem kırmasına gerek yok...
Bilmem
ki sana ne söylesem?acıyorum da bir yandan.anla artık,insan
denen şey bir akşam Bornova’da öğrenci odanın buğulu
camlarına çizdiğin sıradan şekiller kadar şaşırtıcı ve
çizdiklerini seyretmek kadar keyifli ve bir o kadar da yalancıdır...şimdi
Bornova yok...o ev yok...bir temmuz gecesi duvarın üzerinde
yan yana oturup ağustos böceklerini dinlerken,Edip
Cansever’den iki dize...yok...sonra ,sonra ertesi gün vapur
iskelesinin önünde beklemek için alınan sözün sevinciyle
öpülen avuç içleri de yok...
Şimdi olan ne
biliyor musun?
Şimdi olan ,senin
zamansız telaşların
,eğilip bükülmelerin aynanın karşısında...sarhoş geceyarıların
var şimdi...
Şimdi ne var söyleyeyim
mi?her gün değiştirilen iç çamaşırları var ,yatak çarşafları,prezervatifler,baş
ve koltuk altı spreyleri var...inatla ve özenle taşıdığın
çocuk gövden çok yalanlı ve kusmuk kokulu bir Beyoğlu
gecesinin içinde ellerini hafifçe çekerek kayboldu...
Hepsi bu kadar...
Gidiyorsun
,işte gidiyorsun
Aptal
bir şaşkınlık gözbebeklerinde.... |